Mor dağlar yüce yüce, derlenip, yekinip varmışlar uca… Ömrümüzün yarısı gündüz, yarısı gece. Renk renk denizler masal, yıldız yıldız gökler bilmece… İnadına yaşar gideriz dünyada kimimiz otlar, kimimiz börtü-böcek, kimimiz kuşlarca… İlle de yaşamak, yaşamak ya insanca… En zor olanı da bu olsa gerek… Neler gelip geçmemiş ki bu yaşanılası evrenden… Akıllısı delisi, divanesi serden geçtisi, keloğlanı kösesi, hırpani kılıklı, sakallısı sakalsızı… Gölgesinde korkanı mı dersin, devlere canavarlara kafa tutanı mı görmek istersin?.. Kimisi köşkte sarayda, kimisi villada yalıda, kimi mağarada köyde, kimi köprü altında, kimi yazı-yabanda…
Bizim Bilge Kaplumbağa yaşanılanların en uzağında.
Horozların ilk ötüşüyle gözünü açar her sabah. Seher yıldızı her sabah göz kırpar ona yukarılarda. Seher yıldızının göz kırpışıyla; bizim Bilge Kaplumbağa düşer yollara sabah sabah. Otları her bir çiçeği tanır kokusunda, kuşları ve börtü-böcekleri sesinden tanır. Acısı hüznü ve yitiği olan Bilge Kaplumbağa’yı arar, derdi olan ona sorarmış doktora gitmeden. Dahası bilge biri bizim Kaplumbağa. Dertliye deva, yaraya merhem üzüntüye sevgi olur her zaman. Gözünü budaktan sözünü yasaktan sakınıcılardan değildir.
O tepe senin, bu yamaç benim dolanır durur kırlarda her zaman. Kimi zaman yoruldu mu iner bir çeşmenin başına, elini yüzünü bol suyla yıkar, sonra da çekilir bir ağacın ya da çiçeğin gölgesine, dalar düşlere uzun uzun. Kimi zamanda ağaçların hışırtısına, suların sesine, kuşların ezgisine dalar gider hüzünle. Gizli bir derdi varmış gibi, derin derin iç çeker, ayaklarının dibinde dolaşan börtü-böcek ve küçücük karıncaları görür görmez dayanamaz:
Sevgili canlarım sevgili canlarım…
“Ben sizin kadar olamadım,” der başlar yanık sesiyle her zamanki ezgisine. Ezgi kayadan kayaya, oradan da dağlara ovalara dalga dalga ulaşır. Olanca börtü-böcekle birlikte doğada ne kadar canlı varsa pür dikkat ezgiyi dinlerler her zaman. Dağ taş ezgiyle birlikte bir iniler bir iniler ki… Yürekleri sevgi ve barış dolu olanlar Bilge Kaplumbağayı dinledikçe mutlu olur; kötülük ve savaş düşünenler, hırslarında deliye dönerlermiş. En çok Karafatmalar kızarmış Bilge Kaplumbağaya. Doğadan bulunan tüm canlılara müracaatla “ezgi söyleme yasağı” bile çıkarmaya uğraşmışlar. Et oburlara, “Çiçekleri, börtü-böceği şu küçücük yaratıkları kurdu kuşu sevindiren, ama bizim anlayamadığımız kimi şeyler var Bilge Kaplumbağanın söylediği ezgilerde” diyorlarmış Karafatmalar Aslana, Çakala, Sırtlana.
Ama Bilge Kaplumbağanın aldırdığı yokmuş, yasağa falan da hiç aldırmazmış.
Günlerden bir gün bir çeşmenin başında Hindiba çiçeğinin dalları dibindeki serinlikte kendinden geçercesine bir ezgi tutturmuş. Ezgiyle birlikte keklikler, üveyikler, sülünler, bıldırcınlar uçarak varmışlar ezginin söylendiği yere. Arayıp bulmuşlar Bilge kaplumbağayı. Ama bizim Bilge bir dalmış ezgiye gözü gönlü kimseleri görmez olmuş. Derken kekliğin şakımasıyla kendine gelmiş. Keklik şakı***** dermiş ki:
-Çok güzel sesin var. Senin ezgilerinle bir çare bir derman arar olduk son zamanlarda. Sen bilge birine benziyorsun. Bize bir akıl bir çare, avcılardan nasıl kurtuluruz. Bize göz açtırmıyorlar. Havada karada her yerde vurmaktalar bizi, dediğinde.
Zıp zıp tavşan da otlar arasında hoplaya hoplaya katılmış aralarına, o da keklikler, sülünler, bıldırcınlar, üveyikler gibi dertliymiş. Hemen konuşmaya katılmış.
-Beni boş verin de, ben yaşadığım kadar yaşadım artık. İki gün önce iki tane yavrumu yakaladılar. Çok uğraştım yavrularımı kurtaramadım. Az daha canımdan oluyordum. Bana bir akıl, bir yol gösteren yok mu, demiş?
Sülün salına salına zıp zıp tavşana yaklaşmış:
-Hepimiz birlikte bir araya gelerek bir hal çaresine bakmamız lazım. Ya yoksa avcılar kısa sürede hepimizi yok ederler. Adamlar gece gündüz demeden her yerde bizi aramaktalar. Ne yuva koydular, ne çalı dibinde barınacağımız bir yer. Daha olmadı mı çalılıkları yakarak bizi avlamaya çalışıyorlar.
Kınalı keklik yavrularıyla sülüne yaklaşıp:
-Bunlar bilinen şeyler, hepimiz bilmekteyiz yıllar yılı… Ama bu duruma bir çare, bir yol bulmak gerek. Bize olan oldu; hiç olmazsa bizden sonra gelenler kurtulsun bari.
Sülün:
“İyi ama nasıl” dedi.
Kınalı keklik:
“Kendi aramızda görev bölüşümü yapalım. Sırayla gözcülük yapalım. Avcılar gelince birbirimize haber verip saklanalım. Onlar gidince de çıkıp işlerimize bakarız.
Bilge Kaplumbağa:
“Hele şöyle bir yaklaşın bakalım, diyeceklerim var size.” Diyerek. Eline aldığı ot parçasını saz gibi çalmaya başladı.
“Hırsız beceriklidir, avcı avlar avını, kullanırsa usunu.”
“Terzi diker dikişi, evrende geçerlidir işi.”
“Becerikli olmalı kişi, usunu kullanmalı, gelmeden geleceği sezinlemeli ki kendine zarar erişmeye,” diyerek yerinden kalkıp çeşmeye doğru yürürken, kendisine aval aval bakanlara, dönüp şu öğüdü verdi.
Aklı olan sema döner,
Kollarını yana açar,
Güneşe dek uçar,
Evrenin kapısını;
Döndürür kuru yaprakta.
Elindeki ot parçasını sallayarak, kendisine sessizce bakanlara gülümseyerek, tepeden tırnağa süzdü çevresindekileri. Herkes sus pus Bilge Kaplumbağaya baktı.
Susarlar ya, nasıl susmasınlar? Dağda bayırda, yolda belde, su kenarında avcıların karşısında ne yapacakları düşü yüreklerini burkmuş, akıllarını başından almış sanki. Zıp zıp tavşan daha fazla dayanamayarak:
“İyi söyledin hoş söyledin de anlaşılmazı söyledin. Korku bizde akıl mı bırakmış ki düşünüp bulalım dediklerini. Buraya gelmeden önce, az daha beni vuracaktı avcılar, tüm gücümle kaçıp zor kurtulabildim ellerinden. Bir var ki köpekler beni izlemedi. Ya yoksa şimdi yaşamazdım ben.
Bilge kaplumbağa yola koyulmadan önce yeni bir ezgiye başlamış. Kırların kokusu gelmiş burnuna herkesin. Akan suların, görünmez kuşların seslerini duyar gibi olmuş herkes, küçücük karıncalar bir yolda yürüyorlarmış durmadan… Bekleyenler Bilge Kaplumbağanın ezgisiyle birlikte çekilmişler dağların kuytu yerlerine kayalıkların arasına. Kulaklarında Bilge Kaplumbağanın ezgisi çınlamış durmuş bir zaman.
Sevgili canlarım, sevgili canlarım
Ben sizler kadar olamadım, dediğini yavaş yavaş anlar olmuşlar. Ama bir şeyleri değiştirebilmişler mi acaba? Orası bilinmiyor…
Taki Akkuş